Mesele biraz da güven meselesi

En başında belirtmekte fayda var, tek bir ağacın dahi önemi benim için altından çok daha değerlidir. Özellikle küresel ısınma ile birlikte iklim krizinin yaşandığı günümüzde, krizi çözebilecek en önemli yutak olan ağaçların korunması sadece ülkemizin değil dünyadaki tüm ülkelerin ana hedefi olmalıdır. Ekosistemin sürdürülebilirliği, biyoçeşitliliğin korunması da yine bu hedefin parçası olmalıdır. Bunu sadece ben söylemiyorum, bunu Birleşmiş Milletler‘in bütün raporların, sürdürülebilir kalkınma hedeflerinde de görebiliyorsunuz… 

Peki, bu hedeflerle, yazılan onlarca rapor ve bilimsel çalışmalarla, insanın kurduğu ve egemen olan üretim tüketim ilişkisi ne kadar uyumlu?.. Tüketime dayanan bir ekonomi politikası ile bu hedefleri ne kadar başarabiliriz?..

Ama meseleyi daha da derinleştirmeden mevcut çerçevede bir sorgulama ile konuyu ele almak, ekolojik krizin, çevresel felaketlerin geri dönülmezlik ekseni nedeniyle de bir ihtiyaç… 

Son birkaç haftadır ülke gündemimizde Çanakkale Kirazlı’daki bir madencilik faaliyeti var. Üzerine çok şey yazıldı, çizildi, sosyal medya üzerinden taraflaşmalar da yaşandı, sanatçılar görüşlerini paylaştı, firma savunma yaptı, su nöbeti başladı, kitlesel eylemler gerçekleştirildi… Bu sırada her zaman olduğu gibi terminolojiler, bilimsel veriler ve kelimeler birbirine karıştı, zaman zaman da gerçeklerden kopuldu…

TMMOB Maden Mühendisleri Odası ise kendi mesleki perspektifinden önemli bir raporu 08.08.2019 Perşembe günü yayımladı.

Konu gündemde kalmaya devam edecek gibi görünüyor. Eylemlerin içerisinde benim de uzun yıllardır tanıdığım, Çanakkale’nin doğasını samimi bir şekilde dert eden insanlar da var. Onların samimiyetinin sorgulanması da, TMMOB Maden Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu’nun bilimsel verilerle duruma dair görüşlerini açıklamasının sosyal medyada linçle karşılaşması da üzücü… 

Bilimsel zeminde doğru bilgiler ile tartışılması gereken bir konuda hatta bu topraklardaki varlığımızı sağlayan bir zaferin yaşandığı, ortak değerlerimizin konuşlandığı bir kentin geleceğine dair bile kamplaşabiliyoruz…

Bu noktada, altın madenciliğinin ne kadar zararlı veya ne kadar yararlı olduğunu, ülkemizde kullanılan siyanürün yüzde 3’nün madencilikte kullanıldığını büyük çoğunluğunun farklı sanayi ve üretim alanlarında kontrolsüzce doğaya bırakıldığını ama toplumsal hassasiyetin ne gariptir ki geri kalan yüzde 97’lik siyanür tüketimi için oluşmadığını, bölgenin ekosisteminin önemini, canlıların yaşam alanlarına etkilerini, tek bir ağacın bile iklim krizine karşı mücadelede ne kadar gerekli olduğunu, atık havuzlarının hangi yapıda olması gerektiğini vb. tartışmayacağım… Ya da dünyadaki altın madenciliğinin iyi uygulamalarını aktarmaya çalışmayacağım. Bu bilgilere isteyen herkes “eğer isterse” ulaşabilir…

‘Güven bir ayna gibidir, bir kez kırıldı mı hep çizik gösterir!’

Dünyanın her ülkesinde yapılan, dünyada iyi ve kötü uygulamaları olan bir faaliyete karşı sanatçıların, toplumun, kurumların tepki vermesi aslında bir gerçeğin de göstergesi; çevre sorunlarına ve doğa korumaya yönelik ülkemizin idari yapılarına artık güven kalmamış durumda. 

Ülkemizdeki madencilik faaliyetlerinin inşaatı ve işletilmesi sırasında Çevresel Etki Değerlendirme Raporları’nda (ÇED) veya Proje Tanıtım Dosyaları’nda verilen taahhütlerin uygulanmaması, vatandaşın taleplerinin ÇED raporlarına yeterince yansıtılmaması güvenin kalmama sebeplerinden birisi. Diğeri ise madencilik faaliyetleri sonrasında alanın rehabilitasyonu, tekrar ağaçlandırılmasına yönelik takibin yapılmıyor olması. Ülkemizde birkaç proje dışında rehabilitasyonu yapılan proje sayısı yok denecek kadar az. Kimyasal madde dahi kullanılmayan taş ve kum ocaklarının yönetimi, vahşice yapılmasına karşı da tüm şikayetlere rağmen İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüklerinin tepkisiz kalması veya meseleyi geçiştirmesi de yine güven sarsan yaklaşımlardan.

Hiç unutmam, hala yazıları saklarım, Artvin Arhavi’de Orçi Deresi kenarında taş ocağındaki araçların dere yatağını daralttığı, vahşice dere yatağını yok ettiğine dair video ve fotoğraflar olmasına rağmen İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü ‘Araçlar tespit edilememiştir’ gibi bir yazı ile meseleyi geçiştirmişti. Bunun gibi örnekler ne yazık ki çok fazla… Bu duruma dahi müdahale edemeyen bir idari yapıya toplumun da sanatçının da güveni kalmaz… 

Öte yandan, eski adı Maden İşleri Genel Müdürlüğü (MİGEM) olan yeni adı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) her maden tesisinden her yıl ruhsat bedeli kadar para topluyor. Bu para madenin faaliyeti sonucunda sözünü yerine getirmeyen madencilerin ağaçlandırma, çevresel rehabilitasyonu yerine getirmek için madenciden alınıyor.

Peki, bu paralar ne oluyor? Hangi madenlerin rehabilitasyonu MAPEG tarafından toplanan bu paralarla gerçekleştirildi? Örnekleri bulmakta zorlanıyoruz… Bu durumda toplumun, sanatçının güveni kalır mı? 

 

eylem.jpg

Kaz Dağları için 26 Temmuz’dan beri nöbet tutan çevreciler, 5 Ağustos Pazartesi günü, altın arayan şirkete ait şantiyeye doğru yürüyüş gerçekleştirdiği eylemden bir kare / Fotoğraf: Twitter

 

Belki de en önemli sorun, ÇED raporlarındaki taahhütlerin inşaat, işletme ve işletme sonrası “izlenmesi ve denetlenmesi”. Uzun bir süredir ÇED raporlarındaki taahhütler ne özel sektör ne de Çevre ve Şehircilik Bakanlığıtarafından izleniyor. ÇED sürecinin en önemli birleşeni olan yatırımcıların olası çevre sorunlarına karşı önlemlerini içeren taahhütlerinin izlenmesi ve denetlenmesi, 3-4 yıl önce Bakanlık bürokrasisi tarafından durdurulmuştu. Ülkemizin topraklarını, suyunu, havasını riske atan bu karardan bir ay önce dönüldü ve yeni bir düzenleme ile tekrar izleme süreci başlatıldı. ÇED raporlarındaki taahhütlerin izlenmemesi nedeniyle yatırımcının umursamazlığı kontrol edilmedi, kuşkusuz toplumun da güveni sarsıldı…

Devletin çevre kirliliğini önleyebileceğine, Anayasa’nın 56. maddesindeki herkesin sağlıklı çevrede yaşama hakkını tahsis edebileceğine dair güveni sarsan başka olaylar da oldu. Bunlardan bir tanesi; daha önceki yazımda da  belirttiğim gibi İzmir Gaziemir’deki radyoaktif ve tehlikeli atıkların tespit edildiği 2009 yılından bu yana hala bertaraf edilip bölgenin rehabilitasyonunun sağlanmaması… 

Öte yandan, 2011 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, ki bu bakanlığın kadroları 2009 yılında AB Çevre Faslının (çevre mevzuatının uyumlaştırılmasına yönelik süreç) açılmasını sağlamıştı, darmaduman edilip, çevreyi vahşi inşaatın altında daracık bir alana sıkıştıran Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulması, su yönetiminin başka bir bakanlıkta konumlandırılması, nitelikli kadroların savrulması; günümüzdeki birçok çevresel tartışmanın çözüme ulaştırılamaması ve önlenememesine sebep oldu. Özetle, liyakatli, bilgili, devletin ulusal ve uluslararası eğitimlerle yetiştirdiği, umutlu, heyecanlı, hevesli personel pasifleştirildi, etkisizleştirildi, alakasız birimlerde görevlendirilerek işlevsizleştirildi… Kuşkusuz hala önemli pozisyon ve görevlerde bilgili insanlar görev yapıyor ancak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yukarıda sözünü ettiğim etkin, bilgili kadroları artık umutsuz ve heyecansız… 

ÇED raporlarını inceleyen ve değerlendirenler kim?

Kirazlı’daki madencilik faaliyetinin ÇED raporunu değerlendiren “inceleme ve değerlendirme komisyonu” üyelerinin kim olduğunu bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki, ÇED raporlarını hazırlayan kişilerin mesleki deneyimlerinden, mesleklerine kadar ne olması gerektiği mevzuatta belirtilmişken, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve ilgili kurumlardaki personelden her ÇED raporuna özel oluşturulan inceleme ve değerlendirme komisyonu üyelerinin hangi kriterlerde olması, hangi bilgi birikimine sahip olması gerektiğine dair bir düzenleme bulunmuyor. Peki bu ne demek? ÇED raporları devlet tarafından sağlıklı incelenmiyor. Toplumda ve çevre sektöründe “hangi ÇED raporunu verseniz Çevre ve Şehircilik Bakanlığı onaylıyor” algısı da oturmuş durumda. Bunu TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’nın Adana ve Çanakkale’de planlanan termik santrallerin ÇED raporlarını incelediği ve çelişkileri ortaya koyduğu bu raporda da görebilirsiniz. 

Oda özetle şunu ortaya koyuyor; aynı bölgede, aynı ekosistemde, yan yana, dip dibe planlanan termik santrallerin her birinin ÇED raporlarındaki içerik, bilgi, taahhütler birbirinden farklı ve bazen birbiri ile çelişkili olmasına rağmen Bakanlık tarafından onaylanmış durumda. 

İnşaat sürecinde ÇED raporundaki taahütler Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca incelendi mi?

Kirazlı özelinden de bir örnek vermek gerekirse, ağaç sayısı tartışması bile bu güvenin sarsılmasına sebep olur nitelikte… ÇED raporunda kesileceği taahhüt edilen ağaç sayısı, kesilen ağaç sayısı, Tarım ve Orman Bakanlığı’na göre kesilen ve dikilen ağaç sayısı birbiri ile uyuşmuyor. ÇED raporunda belirtilen konuların Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından incelenmesi, izlenmesi ve denetlenmesi gerekiyor. En doğru bilgiyi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın taahhütlerin yerine getirilmesine yönelik değerlendirmesi içermeli.

Peki, ÇED raporuna göre izleme ve kontrol Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapıldı mı? Yapılmaması büyük sorun. Eğer yapılmış ise ÇED izlemenin tutanaklarını da kamuoyu ile paylaşılması artık bir zorunluluğa dönüştü.

Burada artık konuşması gereken Tarım Orman Bakanlığı değil, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Ama ne gariptir ki, toplum konuşuyor, sanatçılar konuşuyor, siyasetçiler konuşuyor, yatırımcı ve taşeronlar konuşuyor, meslek odaları konuşuyor, Tarım Orman Bakanlığı konuşuyor, izleme ve denetim yapması gereken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan çıt yok! 

Ne yazık ki, toplumun; madencilik faaliyetlerinin doğaya, çevreye zararının en aza indirilecek şekilde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yeterli bir denetimin, izlemenin, kontrolün, değerlendirmenin ve zorlayıcı faaliyetlerin yapılacağına dair güveni artık yok. 

Bu güveni tahsis etmeden; sosyal medyada, basında, toplumda dolaşan bilgilerin doğruluğunu, yanlışlığını kimsenin dert etmeyeceği de bir gerçek. 

Artık vakit kaybetmeden Çevre Bakanlığı kurulmalı!

Devletin çevre sorunları, doğa koruma konusunda hassasiyetini arttırmanın, toplumdaki güvenin sağlanmasının en güvenli yolu; tek başına, güçlü, liyakati önemseyen, teknik bilgiye önem veren, bürokrasi kadrolarını dayısı, babası, kardeşinin siyasi geçmişi üzerinden şekillendirmeyen, sağlıklı çevrede yaşama hakkını koruyabilecek bir Çevre Bakanlığı’nın kurulması.

Tepkiler değerli

Sanayi tesislerine, madencilik faaliyetlerine, toplu konut projelerine, tema parklara, limanlara, deniz doldurma projelerine, balık çiftliklerine, HES’lere, termik santrallere kısaca çevresel etkisi olabilecek faaliyetlere karşı toplumsal ve hukuki tepkiler çok değerli.  

Bu tepkiler sayesinde idare ve siyaset alanı daha dikkatli hareket etmek zorunda hissediyor kendisini. Bu gerçeği göz ardı etmemek, şiddetin olmadığı her çevresel hassasiyeti ötekileştirmeden ciddiyetle ele almak, kulak kabartmak gerekir.

Kuşkusuz tepkiler artarken doğru bilgiden, doğru terminolojiden kopmamak gerekiyor, buna da en çok basının ve bilim çevrelerinin dikkat etmesi gerekiyor.

Bilimden, gerçeklerden kopuk her tepki “dostlar alışverişte görsün” yaklaşımından öteye geçilmiyor. Ancak bu şekilde ekonomiyi geliştirirken ekolojiyi, bilimle koruyabiliriz.