İklim değişikliği sorunu, Paris Anlaşmasının önemli noktaları ve Türkiye’nin durumu…
Sosyal Demokrat Dergi Şubat 2016
SAMİMİYETSİZLİKLER VE UMUT KIRINTILARI İLE DOLU PARİS İKLİM ZİRVESİ VE TÜRKİYE’DE YAPILMASI GEREKENLER
Baran BOZOĞLU
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
Çevre Sorunları Araştırma Merkezi Başkanı
Üzerine büyük anlamlar yüklenen Birleşmiş Milletler Paris İklim Zirvesi önemli tartışmalarla, umut kırıntıları ve samimiyetsizliklerle tamamlandı. “Tartışmalar”, “samimiyetsizlik” ve “umut kırıntıları” ifadelerini neden kullandığımı aşağıda örnekleri ile anlatacağım. Ancak öncelikle iklim değişikliği sorunu, Paris Anlaşması’nın önemli noktaları ve Türkiye’nin durumunu kısaca aktarmak yararlı olacaktır.
İklim Değişikliği?
Güneşten gelen ısının bir kısmı yer kürede tutuluyor ve Dünya’nın doğal dengesi içerisinde, sıcaklık, yaşamın sürdürülmesi için sabit kalıyor. Ancak Güneş’ten gelen ısının Dünya’da tutulmasına neden olan gazların miktarındaki insan kaynaklı büyük artış yer kürede “sera” etkisi yaratarak sıcaklığın artmasına neden oluyor. Sera etkisi nedeniyle de bilim dünyası bu gazları, “sera gazı” (Karbondioksit, metan v.b.) başlığında topluyor.
Sanayi Devrimi sonrasında sera gazı miktarı hızlı bir şekilde arttı ve dünya sıcaklığının 1 0C yükselmesine neden oldu. Yapılan bilimsel araştırmalar sera gazları azaltılmazsa sıcaklığın hızla artacağını ve 2050 yılından önce dünyanın yaşanamaz bir hale geleceğini belirtiyor. Sera gazlarının temel kaynağının fosil yakıtların (petrol, kömür v.b.) yakılması olduğunu, bunun da enerji (termik santraller), ulaşım ve sanayi faaliyetlerinde yoğunlaştığını unutmamak lazım.
Örneğin, bilim insanları tarafından 2015 yılında yayımlanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği raporunda 1750 – 2011 yılları arasındaki insan kaynaklı CO2 emisyonunun %50’sinin son 40 yılda gerçekleştiğini belirtilmiştir. Herhangi bir önlem alınmaz ise 2035 yılında dünya sıcaklığının Sanayi Devrimi öncesine göre iki derece artmış olacağı tahmin ediliyor. Ayrıca buzullardaki kütle kaybının 2002 – 2011 yılları arasında arttığı, 1901 – 2010 yılları arasında ortalama deniz seviyesinin 19 cm yükseldiği ve 19. yüzyılın ortalarından itibaren (sanayi devrimi sonrası) deniz seviyesindeki yükselişin son iki bin yıllık dönemin ortalamasından daha fazla olduğu ortaya konulmuştur. Halihazırda, okyanuslar atmosferde bulunan sera gazlarının 1/3’ünü absorbe etmektedirler. Bu durum okyanuslarda asidifikasyona (ortamın pH değerinin düşmesine) neden olmaktadır.
İklim değişikliğinin Türkiye’ye yansımaları ise çok daha yıkıcı olacaktır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın raporlarında da durum açıkça ortaya konuluyor. Temiz su kaynaklarımızın %50’sinin yok olacağı, özellikle İçanadolu bölgesinde kuraklığın hakim olacağı ve tarımın yapılamaz hale geleceği, Akdeniz bölgesinde sıcaklık artışının 7 dereceleri bulabileceği tahminler arasındadır. Denizlerde ise asidifikasyon nedeniyle balık miktarının ve tür çeşitliliğinin azalacağı ve deniz seviyesindeki artışın erozyonla birlikte büyük toprak kayıplarına da neden olacağı bilinen diğer gerçekler.
Özetle, acil ve samimi önlemler alınmazsa ekmeğe, suya muhtaç kitleler haline dönüşmemize az kaldığını,göç hareketlerinin ve mülteci kitlelerin artacağını, yeni toplumsal sorunların ülke ve dünya gündemine geleceğini ve bunun da öyle çok uzak bir zamanda olmayacağını söylemek güç değil…
Paris İklim Zirvesi ve Süreç
30 Kasım – 12 Aralık 2015 tarihleri arasında 195 ülkenin katılımı ile Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi gerçekleştirildi. Zirve’nin amacı, 2020 yılında süresi dolacak olan ve iklim değişikliğine karşı tek uluslararası anlaşma olan Kyoto Protokolü yerine yeni bir uluslararası anlaşma sağlamaktı. Son anda mütabakat sağlandı ve 12 Aralık’ta açıklandı. Anlaşmanın dikkat çeken ve önemli kısımlarına gelmeden önce, Paris Anlaşması’nın 22 Nisan 2016-21 Nisan 2017 tarihleri arasında New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’de, taraf ülkelerin imzasına açık tutulacağını ve küresel emisyonların en az % 55’ini temsil eden en az 55 ülkenin taraf olmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe gireceğini belirtmek gerekir. Yani Paris Anlaşması’nın 2020 yılından sonra kesin olarak uygulanmaya başlayacağını söyleyemeyiz. Ülke hükümetlerinin tavırlarına göre süreç netleşecek…
Anlaşmanın dikkat çekici noktalarının başında;
- 2050 yılında ülkelerin doğaya verdikleri karbondioksit emisyonlarının tamamını tutabilecek kapasitede karbon yutakları (ağaçlandırma v.b.) oluşturulması ve böylece doğaya verilen karbondioksitin etkisiz hale getirilmesi,
-
Dünya sıcaklığının sanayi devrimindeki sıcaklığa göre 2100 yılında en fazla mümkünse 1.5 0C değilse 2 0C yükselmesi ile sınırlandırılması,
-
Gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliğine karşı ve iklim değişikliğinin etkilerine karşı mücadele etmeleri için yıllık 100 milyar dolarlık bütçe oluşturmaları,
-
Her ülkenin karbondioksit miktarını azaltması için yapacağı çalışmaları ve hedeflerini Ulusal Azaltım Katkıları (INDC) başlığı altında 5 yılda bir raporlaması ve güncellemesi,
-
Kyoto Protokolü’nde de yer alan emisyon ticaretinin sadece gelişmiş ülkelerde değil gelişmekte olan ülkelerde de uygulanması ve “Sürdürülebilir Kalkınma Mekanizması” olarak adlandırılması
yer alıyor. Anlaşmaya uymayan ülkelere herhangi bir yaptırımdan da söz edilmiyor…
Türkiye’nin Yaklaşımı ve Mevcut Durumu
Türkiye toplantıya 149 kişi ve farklı kamu kurumlarının temsiliyeti ile bu zamana kadarki en geniş katılımını sağladı. Birleşmiş Milletler İklim Çerçeve Sözleşmesi’nin “gelişmiş ülkeler” listesinde yer alan Türkiye bu nedenle katkı alamazken gelişmekte olan ülkeler (Hindistan, Çin, Suudi Arabistan v.b.) teşviklerden yararlanabildi. Bu toplantıda, temsilciler, iklim değişikliğine karşı oluşturulacak maddi kaynaklardan yararlanabilmek adına Türkiye’nin “gelişmişé değil “gelişmekte olan ülke” şeklinde nitelendirilmesini istedi. Buna ek olarak, birçok gelişmekte olan ülkenin savunduğu “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk” ilkesi kapsamında anlaşmanın gerçekleştirilmesini talep etti.
Anlaşma’da gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler şeklinde farklı kategoriler belirlenmedi. Diğer toplantılarda bu konu tekrar gündeme gelecek ancak “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk” ilkesi metinde yerini aldı.
Türkiye toplantı öncesinde, her ülke gibi 2030 yılında karbondioksit emisyonunu ne kadar düşüreceğini belirttiği “ulusal azaltım katkısı”nı açıkladı. 2030 yılında 1175 milyon ton CO2 oluşmasını ön gördüğünü ancak bunu %21’lik bir azaltımla 929 milyon ton CO2‘e kadar düşüreceğini belirtti. Bu ön görüyü yaparken yılda %5-6 elektrik ihtiyacı artışı ve %5’lik ekonomik büyümeyi baz aldı ki bunun pek gerçekçi bir ön görü olmadığını görmek zor değil. Özetle, 2030 yılındaki CO2 emisyonu miktarı oldukça yüksek gösterilip zaten normal koşullarda oluşacak olan CO2 miktarı sanki azaltılan miktarmış gibi gösterildi. Benzer hesabı diğer ülkelerin de yaptığını görebiliyoruz. Samimiyet kavramına iyi bir örnek…
Sera gazlarının temel nedeni olan termik santrallerin yapımına ise ülkemizde son sürat devam ediliyor. Çanakkale Karabiga’da, Adana, Mersin, Zonguldak’ta ithal kömürle çalışan birçok termik santralin ÇED süreci tamamlandı. Örneğin, Çanakkale bölgesinde mevcut ve planlananlarla birlikte 32 adet termik santralin yılda 51 milyon ton kömür tüketmesi öngörülüyor. Ve ÇED raporlarında bu projeler için 1 milyon 100 bin adet ağacın kesileceği yazıyor. Kentlerde ise ulaşım planlamasının sağlıklı olmadığını yaşayarak görüyoruz. Yani mevcut enerji politikası ile iklim değişikliğine karşı mücadele pek olası görünmüyor.
Türkiye’nin durumunun özeti; “hem finansal destek istiyor hem de elini taşın altına koymuyor”.
Samimiyetsizlik ve Umut Kırıntıları…
195 ülkenin sunduğu “ulusal azaltım katkıları” üzerinden hesaplama yapıldığında, dünya sıcaklığının bırakın 2 0C ile sınırlandırılmasını 3.5 0C’lik bir artışın olabileceğini iyimser bile bulabiliriz. Dolayısıyla mevcut politika ve samimiyetsizlikle belirlenen hedefin tutturulmasının mümkün olmadığı çok açık.
100 milyar dolarlık yıllık bütçe oluşturulması konusuna gelince; geçtiğimiz günlerde İngiltere Başbakanı David Cameron OECD kapsamında zaten hali hazırda iklim değişikliğine karşı verilen %0.7lik Resmi Gelişim Desteği’nin içerisinde 5.8 milyar £ poundu 2016 – 2021 yılları arasında Uluslararası iklim Fonuna aktaracağını açıkladı. Yani, İngiltere ek bir katkı sağlamadan bu işi çözecek. Bir samimiyet (!) örneği daha…
Kyoto Protokolü’ndeki çözüm önerisi mekanizmalarından olan “karbon ticareti” de güçlendirilmiş olarak yeni anlaşmada yerini aldı. Kapitalizm kendisinden kaynaklı büyük bir ekolojik krizden yine fırsat yaratmayı ve eşitsizlikleri sürdürmeyi hedefledi… Görünen o ki bu sefer de başarılı oldu.
Bir de, büyük kömür ihracatçılarından olan Avustralya ve petrol ihracatçısı Norveç gibi ülkelerin kendi ülkelerinde yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirmeleri ama ihracatlarına da son sürat devam etmeleri durumu var…
Uzun yıllardır uyguladıkları enerji ve sanayi politikaları nedeniyle Tuvalu gibi küçük ada ülkelerinin yok olmasına neden olan ülkelerin toplantıda son ana kadar anlaşmaya yanaşmamaları ve oldukça esnek bir metin ortaya çıkartmaları ise sanırım en büyük samimiyetsizlik…
1.5 0C sıcaklık niyeti, 100 milyar dolarlık bütçe, bir anlaşmaya varılabilmiş olması ve iklim değişikliği gerçeğinin kabul edilmesi umut kırıntıları arasında yer alıyor.
Sonuç Yerine
İklim değişikliği sorunu dünyanın karşılaştığı en büyük ekolojik krizdir. Ülkemiz de bu krizde en çok zarar görecek coğrafyalar arasında yer alıyor. Gıdaya ve temiz suya erişim konusunda ciddi bir kriz yaşayacağımızı birçok bilimsel rapor ortaya koyuyor. Bu sorunları Konya kapalı havzasında yaşanan kuraklıkta da, yağış rejimindeki değişimlerde de, sel felaketlerindeki artışta da yaşayarak gördük. Bu ekolojik kriz ile birlikte hastalıkların da çeşitlenerek artacağını unutmamak lazım. Özetle yoğun toplumsal ve ekonomik sorunlar da bu krizin sonuçları arasında yer alacaktır.
Türkiye, bu gerçekleri göz önünde bulundurarak, biran önce inisiyatif alıp gelişmekte olan ülkelere öncülük edecek bir rolü üstlenebilir. Avrupa’da verimliliğe ve yenilenebilir, temiz enerji üretimine odaklanan büyük bir enerji devrimi yaşanıyor. Bu devrimi kaçırmamak ve ülkemizdeki termik santral projelerinden vazgeçerek yenilenebilir, temiz enerji kaynaklarına odaklanmamız gerekiyor.
Hiç kuşkusuz toplumdaki farkındalığın artması ve siyasi taleplerin bu ekolojik kriz temelinde şekillenmesi en önemli çözüm noktası olacak. Bunun için de siyaset alanına hakim bir tartışma yürütmek gerekiyor. Muhalefet partilerinin de bu konuya odaklanması ve tarım, enerji, çevre, ekonomi, mülteci, göç ve sosyal politikaların iklim değişikliği sorunu üzerinden yapılandırılması için mücadele etmesi gerekiyor. Ancak bu şekilde samimiyetsizlikleri aşabilir ve umut kırıntılarını bir okyanusa çevirebiliriz…